Şiddete Karşı Yanlı Tutumumuz
Son günlerde toplumsal olarak birleşebildiğimiz, hemfikir olduğumuz belki de tek bir konu var o da kadına yönelik şiddet ve şiddetteki artış. Hepimizin vicdanını sızlatan Emine Bulut’un kızının gözleri önünde vahşice katledilmesi haberi günlerce gerek sosyal medya gerek basılı ve görsel medyada olsun kendine yer buldu. Haberle beraber kadına şiddet olgusu tartışma programlarında gündem oldu. Toplumun her kesiminden insan şiddeti lanetleyerek, şiddetin son bulması konusunda kararlı ve büyük adımlar atılması gerektiğinin bir kez daha altını çizdi. Peki bu lanetlediğimiz, son bulmasını istediğimiz şiddetten sahiden kastımız ne? Şiddetin gerçekte ne olduğuna toplum olarak vakıf mıyız? Neleri şiddetten sayıyoruz? Lanetlediğimiz şey sadece kadın cinayetleri mi? Kadının istemediği halde kocası tarafından cinsel ilişkiye zorlanmasını veya gelirine el konmasını, ev dışında çalışmasına izin verilmemesini, evi ilgilendiren maddi konularda fikir almadan tek başına karar verilmesini, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya zorlanmasını ‘’seven insan kıskanır!’’ kisvesi altında kıyafet seçimlerine karışılmasını, sosyal hayatının kısıtlanmasını, başka kadınlar ya da erkeklerle kıyaslanmasını, sürekli nerede olduğunun kontrolünün yapılmasını, inançlarını, kökenini, maaşını, işini küçümsemeyi, başkalarının önünde sözünü kesmeyi bu veya buna benzer daha nice şeyleri şiddetten sayıyor muyuz?
Gerek medyadan tanık olduğumuz şiddet vakaları gerek etrafımızda gördüğümüz canlı örnekler neticesinde fiziksel şiddeti en kötü belki de tek şiddet türü olarak algılıyoruz. Fiziksel şiddet bireyin hayati fonksiyonlarını ciddi yönde tehdit ediyor olsa da şiddetin tek türü değildir. Mor Çatı Dayanışma Merkezi, şiddete maruz bırakılan kadın ve çocukların başvuruları sonucu hazırladığı 2018 yılının ilk 6 ayına ilişkin raporunda kadın ve çocukların en fazla psikolojik şiddet türüne maruz kaldıklarını ve bunu fiziksel şiddetin izlediğini belirtmiştir.
Psikolojik ve Duygusal şiddet; birine sistemli olarak psikolojik baskı uygulamayı, aşağılamayı, küçük görmeyi, onu kontrol etmek veya cezalandırmak amacıyla toplumdan soyutlamayı, duygusal olarak sömürmeyi kapsayan her türlü hareket olarak tanımlanır.
Ekonomik şiddet; çalışmaya veya çalışmamaya zorlamak, parasını veya banka kartını alıp geri vermemek, ailenin parası ve tasarrufları için hiç fikrini sormamak, işten atılmasına yol açacak olaylar yaratmak gibi eylemleri kapsar.
Sözel/sözlü şiddet ise; sözle rencide etme durumudur. Aşağılayıcı sözler söyleme, zaaflarıyla alay etme, aşırı genellemeler yapma (sen hep böylesin gibi), suçlama, küfür etme, küçük düşürme, hakaret etme, bağırma, korkutma, kadının özgüvenini yitirmesine neden olma, tehdit etme vb. suretiyle gerçekleşmekte ve kadının baskı altına alınarak sindirilmesine neden eylemlerin tümünü kapsamaktadır.
Bu saydıklarımız tek başlarına görülebildiği gibi çoğu zaman kişide aynı anda görülür. Bireyler arasındaki şiddet türünde gerek mağdur üzerinde yarattığı zararın daha görünür olması gerek nesnel biçimde değerlendirilebilmesi nedeniyle fiziksel şiddetin ayırdı diğer şiddet türlerine göre daha kolaydır ve bu yönüyle yapılan araştırmalarda kendisine diğer şiddet türlerine göre daha fazla yer bulmuştur. Bununla beraber fiziksel şiddet kadar kolayca tespit edilemeyen ve bazen farkında bile olmadığımız sözel şiddet, ekonomik ve psikolojik şiddet de bireylerin ruh sağlığı için çok ciddi bir risk faktörüdür.
Şiddetin algılanması ve tanımlanması toplumun kültürel değerlerinin üzerine şekillenir. Toplumun benimsediği ve meşru gördüğü bir amaç için şiddet kullanımı meydana geldiğinde , o davranışın şiddet olarak algılanması güçleşir. Birçok toplumda kadına şiddet bazı koşullarda kabul edilebilir bir davranış olarak hatta evliliğin sıradan bir özelliği olarak görülür. Her sosyo-kültürel yapının olduğu gibi türk toplumunun da kendi sosyal değerleri bulunmaktadır. Türk sosyo-kültürel yapısında şiddetti öğreten, meşrulaştıran veya duyarsızlaştıran bazı sosyal değerler vardır. Aynı şekilde şiddete maruz kalan kadının da bu şiddete bakış açısı bulunduğu toplumun kültürüne, yasal düzenlemelere ve kadının mevcut ekonomik ve eğitim düzeyine göre değişim göstermektedir. Çoğu zaman şiddet aile içi sorun olarak görüldüğü için dört duvar arasında kalması gerektiği düşünülür. Eşi tarafından azarlanan, hakarete uğrayan ya da darp edilen kadınlar ‘’konu komşu duymasın rezil olacağız‘’ düşüncesi ile kapıyı camı kapatıp evin içinde yaşadığı şiddeti bir nevi sansürleyen uygulamalar yaparlar. Bununla beraber daha da ilginç olanı gördüğü şiddeti ‘’kocamdır, döver de sever de ‘’, ‘’ dayak cennetten çıkmadır’’ söylemleriyle normalleştiren ve değersizleştiren kadınların var olmasıdır. Partnerimiz tarafından gördüğümüz değeri veya sevgiyi yine aynı oranda gördüğümüz psikolojik şiddetle ölçtüğümüz bir toplumda yaşıyoruz. ‘’Seven adam kıskanır’’ miti bugün bile en yaygın mitler arasında. Geçen gün bir tv kanalında yayınlanan dizide, kocasının kendisine olan ilgisinin azaldığından şüphelenen bir kadının, bu şüphesini test etmek için tayt giyip ve bu eyleminin karşılığında eşinden hakaret duyma, azarlanma beklentisinin aktarıldığı bir hikayeyle karşı karşıya bırakıldık. Yine çevremizdeki ilişkilerde ‘’beni sevdiğini hiç sanmıyorum çünkü bana hiç karışmıyor, beni hiç kıskanmıyor ‘’ vb. gibi birçoğumuzun tanık olduğu veya tanık olabileceği söylemler mevcut. Bunlara tanık olmamız oldukça doğal çünkü sevgiyi bu parametreler ile ölçmeyi ve bununla beraber bir nevi psikolojik ve duygusal şiddeti meşrulaştırmayı öğrendik. ‘’seven adam sahiplenir’’ mitinden hareketle bugün bile birçok genç kadın ‘’geç saatlerde dışarıda olmamı istemiyor, erkek arkadaşlarımın olmasını istemiyor, evlenince beni çalıştırmak istemiyor çünkü beni seviyor ve korumaya çalışıyor, bana sahip çıkıyor’’ kisvesi altında gördüğü psikolojik şiddeti normalleştiriyor. Emine Bulut vakasından sonra televizyondaki bir kanalda kadına yönelik şiddetin tartışıldığı bir oturumda oyunculuk mesleğini icra eden genç bir kadın şiddetin önlenmesinde ‘’erkeklik’’ kavramının kirlendiğini eskiden abilerimizin ve babalarımızın arkadaşlarından zarar gelmediğini, bizi koruyup kolladıklarını ve sahip çıktıklarını (geçmişte yaşanan ensest vakalarından bihaber olarak) bununla beraber babaların görevleri arasında aileyi koruması, kollaması ve aile içerisindeki huzuru ve güveni sağlaması bakımından aile reisliği kavramının doğru anlaşıldığı ve doğru uygulandığı takdirde çok işlevsel bir yanının bulunduğunu ima etti. Tüm bunları söylerken ki iyi niyeti bir izleyici olarak bana geçti fakat kendi her ne kadar iyi niyetli olsa da kullandığı dil ve onun hizmet ettiği sistem ve zihniyet iyi niyetli değil ve maalesef ki karşımıza her yerde üstelik kadın cinayetlerinin sebeplerinin tartışıldığı bir programda dahi kendine taraftar bulabilen bir zihniyet. Birçoğumuz koruyup kollanılmaya ihtiyacımız olduğu yanılgısına düşebiliyoruz. İşlerimize, nerede çalışacağımıza, nerede oturacağımıza, hangi arkadaşları seçeceğimize, ne giyeceğimize, kaç kilo olmamız gerektiğine , hangi makyajı yapıp yapamayacağımıza karar veren erkekleri ‘’ ama beni seviyor, zarar görmemi istemiyor ondan böyle yapıyor’’ diyip, gördüğümüz şiddeti normalleştiriyor ve meşrulaştırıyoruz. Tüm bunlar sonucunda kimilerimiz cinayete kurban gidiyor, kimilerimiz yediği dayak duyulmasın diye kapıyı camı kitliyor, kimilerimiz ekonomik gücü olmadığı için terk edemediği kocasının şiddetinden bıkıp kendi canına kıyıyor, kimilerimiz en sonunda kendine güvenmeyen, korkutulmuş, ürkek, kendisine saygı duymayan, kendisini beğenmeyen ve kendisini çirkin bulan kadınlara dönüşüyoruz.
Bunlarla beraber gelecek nesillerimizi de bu olguya maruz bırakıp büyüterek, bir kısır döngüye sebebiyet veriyoruz. Şöyle ki; özellikle babalarından şiddet gören kadınların yine babalarına benzeyen eşleri seçerek şiddet döngüsünde yeniden şiddet gören taraf olarak yer alıp paradoksal bir durum ortaya çıkarmaları tesadüf değil. Aynı şekilde aile içi şiddete ya da başka bir ifadeyle babalarının annelerine şiddet gösterdiğine tanık olan çocukların ileride kurdukları kendi ailelerinde de benzer sorunları deneyimliyor olmaları da bir tesadüf değil. Çünkü biz, bizim için her ne kadar tehlikeli olsa da tanıdık bulduğumuz şeyi güvenli olarak addederiz. Kişi çocukluğunda anne- baba arasındaki ilişkiyi içselleştirir ve yetişkinlik zamanlarında da benzer paternde ilişkide olabileceği partneri aramaya başlar. Onun için öğrendiği, bildiği, tanıdık olan ilişki paterni odur ve dolayısıyla güvenli bulduğu ilişki biçimi de odur. Aynı şekilde şiddet öğrenilen bir şeydir. Babasının annesine karşı hükmedici tavırlarına, şiddetine tanık olan erkek çocuğu ileride yine eşine model aldığı ilişki biçiminde davranacak hükmetmeye çalışacak, şiddet uygulamayı anormal bir durum olarak görmeyecektir. Böylelikle kadına yönelik şiddet hem erkek hem kız çocuklarının içselleştirmeleri ve içselleştirdikleri bu olguyu yetişkinliklerinde yeniden üretmeleri sonucunda var olmaya devam edecektir.
Türk medeni kanunu ‘’aile Türk toplumumun temelidir ve eşler arasında eşitlik ilkesi vardır’’ der ve bu yönüyle zaten aile reisliği kavramı hukukun karşısında yer alır. Bununla birlikte kavram maalesef ki dilimizde ve bununla beraber zihniyetimizde varlığını korumaya devam etmektedir. Zihnimiz kelimelerden oluşur, nasıl konuşuyorsak öyle düşünmeye başlarız. Bu yönüyle feminist hareketin günümüzde dikkat çekmeye çalıştığı şiddetin, cinsiyetçiliğin, ayrımcılığın önce dilde , günlük söylemlerde bitirilmesi gerekliliğinin tekrar altının çizilmesinde fayda var.
Kadının şiddeti kabullenici düşünce tarzının değiştirilmesi amaçlı kadının bu alanda eğitimlerle daha çok bilinçlendirilmesi gerektiği kanısındayım. Günlük dilde sırf kadın olduğumuz için bize yöneltilen cinsiyetçi ve şiddet içeren söylemlere karşı daha uyanık olmalıyız. ‘’bir kereden bir şey olmaz’’ "fakat onun niyeti temizdi’" deyip var olanı görmezden gelmek devamında daha fazla şiddet doğuruyor ve bununla beraber ruh sağlığında düşük benlik saygısı, güvensizlik, uykusuzluk,intihar girişimleri, sosyal izolasyon, komplike baş ağrıları,TSSB, duygudurum bozukluğu, Anksiyete bozukluğu vb gibi ciddi bozulmalarla karşı karşıya kalınabiliyor.
‘’Beceriksizsin, kilolusun, çirkinsin, aptalsın’’ gibi söylemler bir şiddettir. Kazandığın tüm parayı elinden alıp seni ev ekonomisinin dışında bırakmak, sen ne anlarsın deyip sana fikir danışmamak da bir şiddettir. İstemediğin insanlarla seni konuşmaya zorlamak bir şiddettir. Atılan bir tokat şiddettir. Tıp kı dövülüp öldürülmek gibi…
Bu anlamda artmasını veya devamını beklemeden şiddetle karşılaşılan ilk anda buna dur denilmesi gerekmektedir. Bununla beraber yapılan bir çalışmada, aile içi şiddetin sağlıkçılar tarafından sorgulanma oranının %7 gibi düşük bir düzeyde olduğu ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda psikiyatri polikliniklerine anksiyete, depresyon, intihar düşünceleri ile başvuran kadın hastalarda aile içi şiddetin sorgulanmasının ruh sağlığı profesyonellerinin psikiyatrik muayenelerinin bir parçası haline gelmesinin ve kadınlarımızı bu konuda konuşmaya, destek almaya ve dayanışmaya cesaretlendirmeleri gerektiğinin sorunla mücadelede öenmli bir payı olduğunu düşünüyorum.
Yorum Gönder